MÜJDE TEKİL
Namibya: Çöller ve Kabileler
‘Namibya’da kabileleri ziyaret etmek nereden aklına geldi?’ diyebilirsiniz. ‘Dünyada gidemediğim çok az yer kaldı, şimdi kabilelere merak sardım. Çölleri ve çöl insanlarını da çok severim,” diyen Tekil Hukuk Bürosu’nun kurucusu, avukat Müjde Tekil anlatıyor.
Müjde Tekil’in tutkusu kabileler. Dünyanın dört bir tarafında kabileleri ziyaret ediyor, kültürlerini inceliyor, fotoğraflıyor. Sözü, bu ilginç deneyimini anlatmak üzere kendisine veriyoruz:
Daha önce, Endonezya’da Borneo, Sumatra, Kalimantan, Sulawesi’de, Etopya Omo Vadisi’nde, Myanmar (eski Burma), Tayland, Hindistan’da kabileleri ziyaret etmiştim. Gobi, Atacama, Yemen, Mısır ve Sudan çöllerinden geçmiştim. Namibya, hem dünyanın en büyük çöllerinden Namib ve Kalahari Çölleri’nin bulunduğu hem de çok çeşitli kabilelerin hala nispeten değişmeden binlerce yıldır yaşamlarını sürdürdükleri bir coğrafya olması nedeniyle beni yollara düşürdü. İstanbul’dan Johannesburg’a oradan da Winhoek’e geçtim. Sonra Namib ve Kalahari Çölleri’nde yolculuk başladı.
NAMİB ÇÖLÜ
Namibya, Afrika’nın güney batısında, Türkiye’den biraz daha büyük toprakları olan, yaklaşık 2.5 milyon nüfuslu bir ülke. Batısı tamamen Atlas Okyanusu. Kıyılarda doğal liman yok ve Namib Çölü hemen kıyıdan başlıyor. Ülkenin büyük bölümü çöl. İşte bu nedenle, sömürge kurmak için Afrika’ya seferler düzenleyen Batılı ülkelerin ilgisini çekmemiş. Afrika, Batılı ülkelerce paylaşıldıktan sonra Bismarck döneminde Almanya, ‘Afrika’da biz de bir sömürge edinelim,’ demiş ve 1842’de 30 kişilik bir askeri timi Namibya’ya göndermiş. Bu tim, yerel dil Afrikancada Ai-Gams yani kaplıca anlamına gelen, kıyıdan biraz içerde bir yerde bir kale inşa etmişler ve kolonileşmeye başlamışlar. Bu yeri de Winhoek – Rüzgarın Köşesi diye isimlendirmişler.
Windhoek şimdi Namibya’nın 300 bin nüfuslu başkenti ve Almanların inşa ettiği ilk kale de şehrin ortasında hala duruyor. Kale önüne vaktiyle dikilmiş olan Alman generalin heykelini son zamanlarda kaldırmışlar. Halk arasında, Almanya’ya bu heykeli alması, almazsa imha edileceğinin bildirildiği söyleniyor. Almanlar, 1915’e kadar Namibya’da kalmışlar.
Namib Çölü’nden esinlenilerek Namibya diye isimlendirilen bu topraklarda yaşayan yerel halklar, ülke 1990 yılında bağımsızlık kazanılıncaya kadar çok eziyet çekmişler. Oradan oraya sürülmüşler, Boer’lerin istilasına uğramışlar, kırıma, katliama maruz kalmışlar, esir ticaretine meta olmuşlar. Afrika’nın genelinde olduğu gibi yerel halk kabilelerden oluşuyor ve nüfusun yüzde 85’ini oluşturuyor. Nüfusun yüzde 12’si Avrupa kökenli ve yüzde 3’ü de melez. Onlarca kabile var ancak nüfus bakımından etkin olan kabileler Owambo, Herero, Damara, Himba ve Bushman’lar.
Bu insan topluluklarına ulaşabilmek için Namib ve Kalahari Çölleri’nde, doğal bir yolda sarsıla sarsıla, toz bulutları içinde yola koyulduk. Namib Çölü hemen Atlas Okyanusu kıyısından başlıyor. 50-160 kilometre arasında değişen bin 600 kilometrelik bir bant halinde, Atlas Okyanusu’na paralel olarak yaklaşık 300 bin kilometre karelik bir alanı kaplıyor. Güneşin konumuna göre kırmızı, pembe, turuncu ve mor renklere bürünen 300 metreyi aşan muazzam kum tepeleriyle Namib Çölü çok etkiyici. Çölde yer yer kurumuş göl yatakları bulunuyor. Sossusvlei bunlardan birisi ki; bu kurumuş göl yatağında fosilleşmiş ağaçlar, dayanılması oldukça zor çöl sıcağında doğa üstü bir görüntü oluşturuyor. Yolumuza 50 metre derinliğindeki Sesriem Kanyonu’na doğru devam ediyoruz. Sesriem Kanyonu; Nama, Herero ve Damara kabileleri için bir zamanlar çok önemli ve kutsal bir yermiş. Çölün bu bölümü taşlık bir yapıya sahip. Okyanustan gelen rüzgarın ve nemin etkisiyle sık sık sis basan bölgede, dünyanın en yaşlı bitkisi Welwitschia (Velveçya) koruma altında. Bitkinin bu ilginç adı, 1859’da onu ilk keşfeden Avusturyalı botanikçi Friedrich Welwitsch’den geliyor. Welwitschia; odunsu, bodur bir gövdesi olan, kumda yatay uzayan, oldukça uzun birkaç yaprak ve pembe/bordo küçük çiçekleri olan bir bitki. Dayanılması zor o yüksek sıcak ve susuzlukta, binlerce yıldır var olma savaşı vermiş olması insanı etkiliyor.
BUSHMANLAR
İlk hedef Bushmanlar. Yerel adı ile San insanları, dünyanın en eski halklarından biri ve yaşamlarını tahminen 20 bin yıldır Kalahari Çölü’nde avcılık ve toplayıcılıkla sürdürmekteler. 200 yıl kadar önce Hollandalı sömürgeciler, bu insanları “haydut” anlamına gelen “bossiesman” diye isimlendirmişler ki bu sonradan Bushman şeklini almış. Gördüğümüz Bushmanlar hiç de hayduta benzemiyorlar. Toplamda 100 bin kadar Bushman olduğu varsayılıyor. Sadece 3 bin kadarı değişmeden, Kalahari Çölü’nde, atalarından gördükleri şekilde yaşamlarını devam ettiriyorlar. Geri kalanı, yerleşik yaşama döndürülmek için kamplarda veya belirli bölgelerde tutuluyorlar.
Atalarından gördükleri gibi Kalahari Çölü’nde avcılık ve toplayıcılıkla yaşamlarını devam ettiren Bushmanlar, daha doğrusu San insanları, dillerini damaklarına sürtmek suretiyle klik sesi çıkararak, tamamen sessiz harflerden oluşan bir iletişim geliştirmişler. Çölde yaşayan uzun boynuzlu bir antilop cinsi olan oriks ve diğer antilop çeşitleri, onlar için hem yemek hem de giyecek ihtiyacını karşılayan bir kaynak.
Bu gruplar, yılda birkaç kez belirli noktalarda bir araya gelerek hem aralarında bilgi alışverişi yapıyorlar; hem de evlilik bağları kuruyorlar. Gruplarda şef yok. Kararlar birlikte alınıyor. Aralarında kesin görüş ayrılığı olursa grup bölünüyor, herkes kendi yoluna gidiyor. Konakladıkları yerde aralarından birisi ölürse, bir daha aynı yerde hiçbir zaman konaklama yapmıyorlar. Ölümden sonra, ruhun gömü civarında yaşamaya ve canlıları etkilemeye devam ettiğine inanıyorlar. Erkekler avcılıkla, kadınlar toplayıcılıkla grubun yiyeceğini temin ediyorlar. Çölde rastladığımız, atalarından gördükleri gibi yaşayan Bushmanlar; çok sakin, doğayla bütünleşmiş, doğaya çok saygılı, ılımlı ve narin yapılı insanlar.
KALAHARİ
Bushmanlar’dan ayrılıp, Kalahari Çölü’nde birbirinden etkileyici kırmızı kum tepeleri arasında, doğal bir yolda sarsıla sarsıla, toz bulutları içinde yolumuza devam ediyoruz. Yol boyunca çölün doğal habitatı olan zürafa, antilop, oriks, devekuşu ve çeşitli kuşlara rastlıyoruz. Kalahari Çölü’ndeki kızıl kum tepeleri, Büyük Sahra’daki kum tepeleri gibi yerlerinden kaymıyorlar, daha statik bir konumdalar. Güneşin konumuyla oluşan gölgeler, rüzgarın etkisiyle oluşan yılankavi şekiller, kırmızının ve morun çeşitli tonlarına bürünen bu tepeler karşısında insan, kendisini başka bir gezegende, kızıl gezegen Mars’ta gibi hissediyor.
Kalahari, susuz ülke anlamına geliyor ve Namibya, Güney Afrika, Zimbabve, Zambia, Angola’yı kapsayan 900 bin kilometrekarelik bir alana yani 814 bin 500 kilometrekare olan Türkiye’den biraz büyük bir alana yayılmış durumda. Sabah çok erken yola çıkıyoruz. Akşam hava kararmadan konaklayacak bir yere ulaşmak gerekiyor, çölde ne bir ışık ne de bir yön işareti var. Konaklama yerleri (lodge) oldukça konforlu ve hepsi de doğa ile uyum içinde yapılmış.
Yolculuğumuz Kunene bölgesine, şimdiki adı ile Damaraland’e doğru devam ediyor. Yol boyunca erozyonun şekillendirdiği org borusu şeklindeki jeolojik oluşumlar, bir kez daha insanı dünya dışına itiyor. Uzun bir yolculuktan sonra arkeolojik adı Afrikanca Twyfelfontein olan yere geliyoruz. Burası tektonik bir arazi ve yer altı suları nedeniyle yer yer makilik ve çalılık. Bu yörenin asıl adı Khoekhoe – Old Bushman. Bu havalide 5 bin kadar kaya resmi var ve Bushmanlar tarafından 10 bin–6 bin yıl önce yapıldığı varsayılıyor. Kaya resimlerinin bir kısmının dini içerikli olduğu, bir kısmında ise avlanmak üzere uzaklara giden Bushman erkeklerinin avdan döndükten sonra gördükleri hayvanları resmettikleri tahmin ediliyor. Zira resimlerde, bu yörede olmayan fok balığı gibi hayvanlar da yer alıyor. Kaya resimlerinden zürafanın kutsal sayıldığı, uzun boynu ile gökten yağmur getirdiğine inanıldığı tahmin ediliyor. Damaların gelmesi ile Bushmanlar bu yöreyi terk etmişler. Damalar da önceleri avcılık ve toplayıcılıkla yaşamlarını göçebe olarak sürdüren, sonraları hayvancılık ile geçinen bir kabile. Damara, kendi dillerinde “siyah adam” anlamına gelen bir isim.
HİMBALAR’A DOĞRU
Çölde yolculuk, tüm ilginç görüntülere rağmen yorucu ve bunaltıcı. Himba insanlarını görmek üzere yolumuza kuzeye doğru devam ediyoruz. Himbalar, sapa ve oldukça kurak Kunene bölgesinde, Kaokoland diye isimlendirilen bir yörede yaşamlarını sürdürüyorlar. Aslında Himbalar bu bölgeye sürülmüşler, yani bu bölgede kendi rızaları hilafına zorunlu olarak tutuluyorlar. Himbalar, değişmeden, yaşamlarını atalarından gördükleri şekilde sürdüren toplulukların belki de sonuncusu. Sömürgecilerin kıyımları sırasında, Himbalar’ın bir kısmı, şimdi Angola diye isimlendirilen ülkeye kaçmışlar. Kunene Vadisi’nde, Namibya ve Angola topraklarında 50 bin Himba olduğu varsayılıyor. Himbalar, geniş aile toplulukları şeklinde yaşıyorlar. Erkek evlenince kendi ailesinde kalıyor, kız evlenince damadın ailesine gidiyor. Genellikle kızlar 13 yaşında, babalarının seçtiği biriyle evleniyor. Himbalar’da erkeklerin iki eşleri var. Zenginlik, sahip olunan hayvan sayısına göre belirleniyor.
Himbalar genellikle avcı/toplayıcı ve keçi, koyun besiciliğiyle göçebe çoban olarak yaşamlarına devam ediyorlar. Şimdilerde uygun yer bulduklarında, mısır ekmeye hatta kümes hayvanları da beslemeye başlamışlar. Himba kadınlarının işleri ağır; tüm günlük işler, su taşımak, yemek, çocuk bakımı, av dışında yiyecek temini (otlar, tohumlar vb.) hep kadınların sorumluluğunda. Erkekler sadece hayvanları otlatıyorlar ve avlanıyorlar. Himba kadınları kendilerince süslerine çok düşkünler. Hayvanlardan elde ettikleri sütten yaptıkları yağı, toprak ile karıştırıp içine biraz da kokulu otlar (yamuzumba) ilave ederek elde ettikleri karışımı (otjize) tüm vücutlarına ve saçlarına sürüyorlar. Bulundukları bölgede toprak, demir oksitli olduğundan, bu karışım derilerine ve saçlarına kızıl bir renk veriyor. Her sabah yenilenen bu uygulama ile ciltlerini güneşten koruyorlar ve böcek sokmalarına karşı da önlem oluşturuyorlar.
Himbalar’ın, Mukuru diye isimlendirdikleri tek bir Tanrıları var. Ayrıca her ailenin ölmüşleri kutsal sayılıyor ve ölü ataların, yaşayan aile bireylerini hem kutsadıklarına hem de lanetlediklerine inanılıyor. Her ailenin bir kutsal ateşi (okoruwo) var. Mukuru ve ailenin ölmüşleri ile bu ateş vasıtasıyla iletişim sağlanıyor.
HEREROLAR
Yolumuza, Herero insanlarını ziyaret için devam ediyoruz. Hererolar, Sahra Altı Kavimler diye isimlendirilen, Orta, Doğu ve Güney Afrika’da yaşayan Bantu kabilesinden bir topluluk. Halen Namibya ve Bostwana’da toplam 100 bin Herero yaşadığı varsayılıyor. Yaşamlarını, büyük baş hayvan yetiştirerek, yarı çoban göçebe olarak sürdürüyorlar. Mümkün olduğunca geleneklerini ve inançlarını devam ettirmeye çalışıyorlar: Omukuro adı verdikleri üst bir varlığa inanmak, kulübelerinin önünde yaşam, bereket ve zenginliği simgeleyen kutsal saydıkları bir ateşi devamlı yanar halde tutmak, çocuğun annenin kabilesine ait sayılması ve mirasın anneden geçmesi, babanın soyunun erkek kardeş veya en küçük kız kardeşinin oğlu ile sürdürülmesi gibi... Ancak çoğunluğu artık modern topluma uyum sağlamış ve Hıristiyanlığı kabul etmiş durumda.
Hererolar, sömürge idaresine karşı isyan ettikleri için 1905-1907 arasında büyük katliama uğramışlar, çöllere sürülmüşler, çöllerde açlık ve susuzluktan telef olmuşlar. Bu dönemde 65 bin Herero ve 10 bin Nama insanının öldürüldüğü söyleniyor ki bu tarihi kayıtlarda da yer alıyor. Herero kadınları, hala sömürge döneminde Alman din adamlarının eşlerinin giydikleri modelde elbiseler giyiyorlar ve şapka/türban takıyorlar. Bu giyim tarzını, 1904-1907 arasında yapılan büyük katliamı protesto için devam ettirdikleri söyleniyor.
Namibya topraklarında daha pek çok kabile var. Namibya’nın kuzeyinde yaşayan Kwanyama, Ndongo, Kwambi, Ngandjera, Mbalanhu, Kwaluudhi, Eunda, Nkolonkadhi isimli kabilelere ortak bir isim veriliyor: Owambo. Bu insanların Bantu kökenli oldukları, MÖ 1500-2000 yıllarında Büyük Sahra’dan başlayan ve yüzyıllar süren büyük göç sırasında güneye indikleri, Kunene ve Okavango nehirleri arasındaki topraklarda göçebe olarak yaşamaya başladıkları tahmin ediliyor. Owambolar, toplam 700 bin nüfus ile ülkede yaşayanların yüzde 45’ini oluşturuyorlar. Tarım, avcılık ve balıkçılıkla yaşamlarını sürdürüyorlar. Bantu dili altında kendi diyalektleri var. Bu kabilelerin hepsini ziyaret etmek, onları tanımak tabii ki çok güzel ancak buna ne zamanım ne de fiziki gücüm kaldı. Bu seferlik sadece Bushmanlar, Damaralar, Himbalar ve Hererolar ile yetinmek zorundayım. Ama şimdiden Vietnam’ın kuzeyinde dağlarda yaşadıklarını öğrendiğim 54 kadar kabileyi gelecek yıl ziyaret etmek için hazırlığa başladım bile.